Heeres Geschichtliches Museum
Askeri Tarih Müzesi
Navigatour Seyahat Dergisi’nin ilk sayısında, seyahatten ne anladığımızı ve bizim için seyahatin ne anlama geldiğini bir giriş tadında yazmış ve inşallah ömrümüz vefa ederse, ileriki sayılarda gezip gördüğümüz yerler hakkında bilgi vereceğimizi, gözlem ve düşüncelerimizi paylaşacağımızı belirtmiştik.
Zaman öyle bir hızlı akıyor ki, insan ancak bilinçli olduğu oranda çabuk geçiyor ki, belki de tarih ile fazla içli dışlı olmamızdan dolayıdır ki, gittiğimiz yerlerin tarihine ilgi duyarız. Bu ilginin bizi götürdüğü ilk yerlerden biri oranın müzeleridir. Müze deyip geçmemek gerekiyor. Çünkü her biri değişik tür ve cinsteki eserleri koruyor olsa dahi, ortak özellikleri, tarihe yaptıkları tanıklıktır. Tarih, zamanın geçmişte kalan ve geçmişe bakan yüzüdür.
Ve zaman… Zamanı tanımlamak mümkün mü ki? Ama şu kadarını biliyoruz ki, zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmadan ama yine zaman denen bu okyanusta dümen kırdığımız menzile ve menzillere ulaşmak için kulaç atıp dururuz. Biz mi zamanı aşıyoruz, zaman mı bizi aşındırıyor gibi soruların eşliğinde zamanın içindeki yolculuğumuz sürüp gider. İnsanoğlunun yönü ve yüzü her ne kadar öne ve ileriye doğru ise dahi, mazi, yani geçmiş de ayrılmaz bir şekilde buna eşlik eder. Çünkü insanı öne ve ileriye götüren adımların zemini bu geçmiştir. Ve ne düşündürücüdür ki, insanoğlu kendisini hiçbir zaman kötü, kötünün kaynağı, kötülük yapan ve yakıp yıkan olarak görmez. Aksine kendisini daima iyi, iyilik yapan, inşa eden ve ihya eden olarak görür. Oysa hakikat öyle değil. Çünkü canlılar arasında en vahşi, en gaddar ve en zalim varlığın insan olduğunu gerek tarihten ve gerekse günümüzde hem şahit olduklarımızdan ve hem de yaşadıklarımızdan biliyoruz.
Aslında bizim insanlık tarihi, yani bizden öncekilerin tarihi hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında belki de denizde damla veya devede kulak gibidir. Bu bilginin de çoğunu insanın meydana getirdiği ve geriye bıraktığı eserlerden elde ediyoruz. İnsanın eserleri de kendisi gibi fani, ama daha uzun ömürlü olan eserler var. Ki biz bilgimizin çoğunu da bu uzun ömürlü eserlerden elde ediyoruz.
Bu eserler saymakla bitmez. Tarihten günümüze gelen bu eserlerin kimisi açık havada yılara ve hatta bin yıllara rağmen varlığını sürdürme mücadelesi verirken, kimisi de değişik mekânlarda
koruma altına alınmıştır. Bu mekânların en önemlisi de şüphesiz müzelerdir. Uygarlıkların beşiği ve dolayısıyla eserleriyle dünyanın en zengin coğrafyalarından biri de Anadolu’dur. Öyle ki Anadolu bir baştan diğer başa adeta bir açık hava müzesidir. Peki, bu paha biçilemez hazinemizi yeterince değerlendirebildiğimizi söyleyebilir miyiz? Cevabını size bırakıyorum. Değil açıkta olan eserlerimizi korumak, müzelerde korumaya aldığımız eserleri dahi ne derece koruduğumuz malum… Bildiğimiz bilmediğimiz binlerce eserimiz değişik yollardan yurtdışına götürülmüş ve bunlardan çoğu da değişik müzelerde teşhir edilmektedir. Hatta tonlarca ağırlıktaki eserler bile çalınmıştır. Örneğin, Almanların Berlin’de kurdukları Bergama Müzesi bunlardan biridir.
Bugün dünyanın en büyük ve eser bakımından en zengin müzeleri Batı ülkelerindedir. Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan Loure ise dünyanın en büyük müzesi olup, yıllık ziyaretçisi 5 milyonu bulmaktadır.
Müzeler ait oldukları yerlerin tarihteki yerini ve uygarlığa kattığı değerleri bilmemiz için de çok önemlidir. Ancak bunu Batıdaki müzeler için söyleyemeyiz. Çünkü bu müzeler bulundukları ülkelerin tarihlerinden ve uygarlığa yaptıkları katkılardan çok, insanlık tarihine ve uygarlığa vurdukları birer darbedir. Müzelerindeki eserleri ya gasp etmişlerdir veya çalımışlardır. Gerçi bazen insan şunu da söylemekten kendisini alamıyor. İyi ki Batılılar bu eserleri çalmışlar gasp etmişler. Yoksa yok olup gidebilirlerdi. Türkiye de dâhil olmak üzere üçüncü dünya ülkeleri maalesef ne tarihleriyle ve ne eserleriyle yeterince barışık değiller. Herşeye rağmen nerede bulunursa bulunsun ve nasıl oluşturulmuş olursa olsun müzeler değerlidir ve önemlidir.
Biz de bu yazımızda müzelerin bu değerine ve önemine bir müzeyi tanıtmak istedik.
Heeres Geschichtliches Museum: Askeri Tarih Müzesi! Anılan bu müze Avusturya’nın başkenti Viyana’dadır. 1869 yılında açılışı yapılan müze, 16. yüzyıldan Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen zaman içinde askeri alanda kullanılan eserlere ev sahipliği yapmaktadır. Müze içiyle, dışıyla, tavanı, tabanı, duvarları ve dahi pencereleriyle bir tarihtir ve tarih kokmaktadır. Anılan müzenin bir özelliği de bizim tarihimizden de bazı eserleri barındırıyor olmasıdır.
Malumunuz, Osmanlılar Viyana’yı iki kez kuşattılar. İlkini 1529’da Kanuni Sultan Süleyman ve ikincisini de 1683’te Sadrazam Kara Mustafa Paşa gerçekleştirdi. Kanuni’ninki kuşatmadan çok bir gözdağı vermekti. Fetih amacıyla yapılan kuşatma ikincisi idi. Ancak başarılı olunamadı. Osmanlıların Batıdaki ilerlemelerinin son bulup hızlı bir gerileme dönemine girmeleri de başarısızlıkla sonuçlanan bu seferden sonra başladı. Bütün bunları anlatmamızın nedeni, 1683 kuşatmasına ait eserlerin de burada bulunmasından dolayıdır. Bu eserlerin neler olduğunu sizin merakınıza bırakıyoruz. Fakat şu kadarını da söylemeden geçemeyeceğiz; oradaki eserleri gördüğünüzde hem hüznü ve hem de gururu bir arada yaşayacaksınız. Hele hele müzenin duvarlarına ve tavanlarına resmedilen savaş sahneleri var ki, derin derin bakmaya ve baktıkça üzerinde düşünmeye değer… Müze ile daha fazla bilgiye www.hgm.at üzerinden de ulaşabilirsiniz.
Askeri Tarih Müzesi tarihi – kültürel etkinlikleriyle ve düzenledikleri sergileriyle de aktiftir. Örneğin, 23 Eylül 2015’te açılan ve 10 Ocak 2016’ya kadar devam edecek olan bir sergi var ki, konusu Birinci Dünya Savaşı’nın kaderini ve seyrini değiştiren Çanakkale Savaşını konu almaktadır. “Gallipoli 1915-2015 – Der Weg vom Krieg zum Frieden” (Çanakkale 1915-2015 – Savaştan Barışa Uzanan Yol)” adındaki bu sergi de bizden mutlaka derin izler taşımaktadır.
Diğer ülkelerdeki müzeleri görmemiz kendi müzelerimiz ve müzeciliğimiz ile bir karşılaştırma yapabilmemiz için de çok önemlidir. Gelecek sayıda başka bir konuda buluşmak ümidiyle.